Mustafa Özbaş Gaybın
peygamberlere ancak bir bilgi olarak vahiy yoluyla bildirildiği bir
gerçektir (11/49).1 Bunun dışında Rasulullah (s) gayba muttali
değildir. Bilakis o, Kur'an'ın diliyle benim ve sizin başınıza
gelecekleri bilmem demektedir (46/9).2 Buna rağmen onun diliyle
istikbale dair bir takım haberler rivayet edilegelmiştir. Bu tür
rivayetlerin çoğu uydurmadır ve şüphelidir. Fakat Rasulullah (s),
ümmetinin geleceğine ilişkin söz söylememiştir demek de vakıaya pek
uygun olmasa gerektir. Elbette her selim akıl sahibi kimsenin yaptığı
gibi o da tahminlerde bulunmuş, kanaatini bildirmiş olabilir. Böyle bir
tahmin herkesten çok ona yakışır bir tutumdur. Zira o vahiyle
bilgilendirilmekte, onunla içice yaşamakta, özdeşleşmektedir. Bu
sebeple onun yapacağı tahminlerdeki isabet, daha bir gerçeğe yakın
olacaktır. Kendisinin zamanında bile ihtilaflara düşebilen, tartışan,
Yahudi ve Hıristiyanlara özenen Müslümanların, kendinden sonra gruplara
ayrılacağını, Kur'an'dan sapmalar göstereceğini söylemiş olması bir
ileri görüşlülüktür aynı zamanda.
Bu
konuda Buhari'de mevcut bulunan bir hadis, şöyledir: Hiç şüphesiz siz,
kendinizden önceki milletlerin yoluna adım adım, karış karış, tıpatıp
uyacaksınız. Öyle ki onlar keler deliğine girseler, siz de girmeye
kalkışacaksınız. Bunun üzerine sahabe Rasulullah'a Hıristiyan veya
Yahudileri ima edip etmediğini sorunca, Rasulullah (s) da sesini
yükselterek ya kim olacaktı? diye cevap vermiştir.3 Nitekim bu tahmini
tutmuş ve ne yazık ki bu sapma gerçekleşmiş, korktuğu başına gelmiştir.
Her
ne kadar Rasulullah (s) Yahudi ve Hıristiyanlarla olayı
müşahhaslaştırmışsa da bunu yakın çevreyle ilişkiler doğrultusunda bir
isabetin sonucu olarak değerlendirmek yerinde olacaktır. Vakıa şu ki,
Müslümanlar sadece Yahudi ve Hıristiyanlardan etkilenmekle kalmamışlar,
diğer milletlerin yollarına da uymuşlardır.
Bu
yazıyla amaçladığımız, -şimdiye kadar anlattıklarımız doğrultusunda-
müslümanların, başta Yahudi ve Hıristiyanlar olmak üzere diğer
milletlerin yoluna nasıl ve ne şekillerde uyduklarını, bugünlere nasıl
gelindiğini ortaya koymaktır.
Tarih
boyunca bütün milletler içice yaşadıkları diğer milletlerin inanç ve
kültürlerinden etkilenmişlerdir; iyi ya da kötü kendi hanelerine
kaydettikleri bir şeyler var olagelmiştir. Peygamberimizin vefatının
üzerinden henüz 15 yıl geçmeden islam orduları bir yandan Avrupa, öbür
yandan Çin topraklarına kadar geçmiş, bir yandan Erminiyye öbür
taraftan Hind topraklarına ayak basmışlar, Hicri 26'da Maveraünnehir'e
girmişler, Hicri 27'de Hz. Osman'ın gönderdiği ordular Endülüs'ü
fethetmişlerdir.4 Bu kadar kısa süre içinde Mısır, iran,
Endülüs/İspanya, Bizans, Hint ve Çin topraklarında yaşayan insanlarla
hızlı bir etkileşim sürecine girilmiştir. Fetihlerin sonucu olarak
köklü değişim ve süratli şehirleşme ile birlikte, kabile teşkilatları
parçalanmış, evvelce değişmez olarak kabul edilen gelenekler, farklı ve
mütekamil diğer medeniyetlerle temas neticesi, hızla değişimler
gerçekleştirmiştir. Yabancı geleneklerin ani müdahalesi sonucu toplumun
gözle görülür ve hızlı değişimi, tekamülün telaşlandırıcı ve
bilinçlendirici tesiri ile, şaşkınlığı acıya dönüştürmüştür.5
Ayrıca
islam elbisesine bürünmüş zındıkların (özellikle Yahudiler) sahtekarlık
ve nifak ruhuyla hadis uydurmaları ve bununla islam'ı bozmayı ve
müslümanlar arasına ihtilaf ve ayrılık tohumları ekmeyi amaçlamaları da
gözönüne alındığında olayın vehameti daha iyi anlaşılmış olacaktır. Bir
çok uydurma hadis, ihtiyaçlara ve şüpheli durumlara göre söylenmiş,
sadece güçsüz bir kalpazanlık olarak ortaya çıkmıştır. Kur'an'a aykırı
olan bir çok söz Rasulullah(s)a atfedilmiştir. Öyleki, sünnetin
Kur'an'ı neshedeceğini iddia edenler olmuştur.6 Olayın boyutu bununla
da kalmamış ibn Ebi'l-Auca adlı zındık, boynu vurulmak için
götürülürken yüreklilikle içinde haramı helal, helali haram kıldığım
dört bin hadis uydurdum diyebilmiştir.7
H.
31'de vefat eden Ebud Derda zamanının Müslümanlarının yaşayışlarını
ortaya koyan şu çarpıcı tespitte bulunmuştur: Cemaatle kılınan namazdan
başka peygamber devrini hatırlatan hiç bir şey kalmadı.8 Ebud Derda bu
sözleri söylerken öfke ile karışık bir üzüntü içinde olayın vehametini
itiraf etmekten kendini alamamış olmalı.
Bu
olumsuzlukların boyutunu etkileyen başka bir sebep olarak 'Halifelerin,
Ridde olaylarında şehid düşen yetişkin elemanlardan mahrum olmaları'
fikri de ileri sürülebilir. Her ne kadar yeni fethedilen bölgelere
Kur'an'ı iyi bilenler gönderilmeye çalışılmışsa da, daha Hz. Osman
döneminde Kur'an'ın teksiri/çoğaltılması olayına sebep olan olay da
göstermektedir ki yeterli randıman elde edilememiştir.
Daha
Hz. Ömer zamanından itibaren, Kur'an'ın ifadesiyle Müslümanlara en
yaman düşmanlığı olan Yahudiler (5/82)'den Kabu'l-Ahbar ve Vehb b.
Münebbih gibi sözde Müslüman kılıklılar gizli faaliyetlere
başlamışlardı.9 Bunlar Beni israil hikayelerinden anlatmanızda bir beis
yoktur.yeter ki benim adıma yalan uydurmayın.10 türünden hadisler
uydurarak yollarını açmışlar ve bu kapı bir daha kapanmamış, Yahudi
mitolojisi/İsrailiyyat adına ne varsa islam'ın hanesine kaydedilir
olmuştur. Bu oyuna alet olan insanları/müslümanları iki grupta
değerlendirmek yerinde olacaktır. Bunlardan birinci grup, İsrailiyyat
karşısında istihkar/aşağılık kompleksi duyduklarından, ikinci grup da,
Kur'an'ın çok özlü olan eski milletlere yönelik ifadeleri karşısında
meraklarını yenemediklerinden bu işe alet olmamışlardır,11 Sebep ne
olursa olsun fütursuzca yapılan bu nakiller sonucu eski müelliflerin
bir çoğunun yazdığı tefsir kitapları, mitolojik birer mahiyet arzeder
hale gelmiştir. Bu hikayelerle Kur'an'ı esatirül evvelin'e dönüştürmek
istemişlerdir. Halbuki Kur'an böyle bir şeyden münezzehtir [6/25; 8/31;
16/24], Bu eserleri okuyan insanlar anlatılan esatire/efsaneye takılıp
kalmakta, Kur'an'ın gerçek mesajını anlamaktan engellenmiş
olmaktadırlar. Artık, Nadir b, Haris'in aklı sıra Kur'an'a nazire
olarak O eskilerin masallarıdır, gelin beni dinleyin, benim size daha
taze masallarım var13 demesine bir nevi gerek kalmamıştır !!! [6/25].
Abbasiler
dönemine gelindiğinde sözde halifeler öncülüğünde Grek/Yunan düşünce ve
mitolojisine ait hemen bütün eserler fütursuzca Arapça'ya çevrilmiş,
Müslüman filozoflar Yunan bilgi teorisi ve metafizik nazariyelerine
dayanarak beden ve ruh arasında köklü bir ikiliğin (düalizm) bulunduğu
görüşünü kabul etmişler, Yunan-Hıristiyan kaynaklı etkilere bağlı
olarak maddi şeylerle ruhani şeyler arasında ayırım yapan açık bir
ahlaki düalizme gidecek şekilde geliştirmişlerdir. Bu, müslüman
filozofların ahiretle ilgili görüşlerini de temelden etkilemiş, islam,
yayıldıkça öz dürüstlük duygusu III. yüzyıla varmadan kendisini içine
kapanık ve kendine yeterli olduğu görüntüsüyle hem de Allah inancını
istismar ederek yer değiştirmiştir, ki bu Kur'an'ın açıkça Yahudi ve
Hıristiyanlara yönelttiği bir ithamdır.13
Yukarıda
Müslümanların erken dönemlerinde Endülüs'ü fethettiklerinden söz
etmiştik. Burada Halife II. Hakem'in, Talmud'u Arapça'ya çevirttiğini
de görmekteyiz. Bizzat kendi itiraflarına göre Yahudiler, 'altın
çağlarını tarihlerinde ilk defa Bağdat ve Endülüs'te elde etmişlerdir.
Bu elverişli ortamda Talmud'un çevirisinden müstefid (!) olan
Müslümanlar Yahudilikteki kabbala * düşünce akımından hareketle faydalı
(!) kitaplar/eserler kaleme almışlardır. İlk defa sufilerden Hakim
Tirmizi atağa kalkmış, ardından Hallac-ı Mansur, bazı Kur'an
surelerinin başında anlamları bilinmeyen harflerde gizli anlamlar
olduğu şeklinde yorumlar yaparak T ve S'ler kitabı (Kitabu'l-Tavasin)nı
yazmıştır, İbn Arabi de bu görüşe katılmakta gecikmemiştir. Batıniler
de bu yorumlardan faydalanmışlar ve sınırlarını sonsuza değin
genişleterek İslam'a istedikleri tüm fikirleri sokmaya çalışmışlardır.
Sonraki yüzyıllarda da yeni şekli ile Hurufilik'e dönüşmüştür." 14
İslam'da
yasak olan, hatta şirk sayılan tılsım ve afsunların menşeinin Yahudi
kabbala mistisizmi olduğunda ve Endülüs Yahudileri aracılığıyla
Müslümanlara geçtiğinde şüphe yoktur.
1492'de
Endülüs (yeni adıyla İspanya)'ten kovulan Yahudiler Osmanlı'ya
sığınmış, 'altın çağlarını sürdürmüşlerdir. O kadar ki
diaspora/taşra'da ilk mesihi hareketlerini gerçekleştirmişlerdir.
Endülüs ve Osmanlı yönetimine önemli mevkilerde bulunan Yahudiler,
Fatımiler devrinde Mısır'da halifenin arkasında hüküm verenler
olmuşlardır. Fakat yine de büyük ihanetlerinin hedefi sürekli islam
olmuştur.16
Burada
şu gerçeği de vurgulamakta fayda var: Orta Asya'dan kalkıp Anadolu
topraklarına yerleşen Türkler'in kendi inançları/şamanizm yanında
üzerinde geçip geldikleri iran'daki Zerdüşt ve Mani dinlerinden
etkilendikleri, Anadolu'da karşılaştıkları Hıristiyan yerlilerle
ilişkilerde bulunup hanelerine kaydettikleri de olmuştur.
Müslümanların
tarihi süreç içerisinde diğer milletlerle ilişkilerine değindikten
sonra -şimdiye kadar yaptığımız bu idi şunları da söyleyip bu
milletlerin yollarına nasıl uyduklarını ortaya koymaya çalışacağız.
Müslümanlar,
itikad ve amelde Kur'an'ı ve Rasulullah (s)'ın uygulama şeklini esas
almaları, itikadi esaslarını hem delalet, hem de sübut açısından kafi
delillere dayandırmaları gerekirken Peygamberin yanı sıra yeni
peygamberler edinmiş, ona gönderilen Kur'an'ın yanı sıra başka
Kur'an'lar kabul etmeye başlamışlardır.17 Tıpkı Yahudilerin Tevrat'ın
ilk beş kitabını Talmud/sözlü gelenek uğruna terkettikleri gibi gelenek
ve öğrenilmiş kararlar uğruna Kur'an'ı terk etmişlerdir,18 Neticede
Müslümanların inanç ve amele dair esaslarının kaynağı bulanmış, bir çok
batıl fırka, gurup ve mezhep bu süreç içinde ortaya çıkmıştır. Oysa
Rabbimizin kitabında bu tür ayrılıkları reddetmiştir: Hepsi
yanlarındakiyle sevinmektedirler. (30/32)
Tarih
boyunca milletlerin birbirlerinden etkilendiklerini söylemiştik. Bu
noktada Yahudilerin esaret yıllarında İran ve Helen düşüncesinin
etkisine kaldığını söylemek yerinde olacaktır. Talmud'un 600 yıllık
tedvini tamamlanıncaya dek (M.Ö. 20û'den M,S. 400'e kadar] ihtiva
ettiği hikmetlerin % 70'i Hind, Yunan, Babil, İran ve diğer
milletlerden aşırılmıştır. Yahudilere göre Talmud Tevrat'ın devamıdır.
Talmud bizdeki sünnet [tradition]'in karşılığıdır. Musa'dan mervi
kanunun şerhidir, semadan inmiş, Musa'dan rivayet edilmiştir.19 İslam
kültüründeki kudsi hadis ve nebevi hadislerin de vahiy mahsulü olduğu
inancıyla ne kadar da örtüşüyor değil mi?
Yazımızın
bundan sonraki bölümlerinin şimdiye kadar anlatılanlar dikkate alınarak
değerlendirilmesi gerektiğini vurgulayarak müslümanların Kur'an dışı
inançlarının temellerini, akide ve amel/uygulamadaki yansımalar olarak
ele almaya çalışacağız. Bu işi yaparken Önce İslam dışı rivayetlere
sonra da İslam kültüründekilere yer vereceğiz.
Akideye dair inançların temelleri Kitap İnancı Yahudi
Kabbalacılarca Tevrat'ı Tanrı'nın varlığından ayırmak mümkün değildir.
Tevrat'ın yaratılmış (mahluk) olmasından söz edilemez. Yaratanla Tevrat
birdir.20
İlk
dönemlerde Kur'an'ın veya vahiy lafzının yaratılmış olup olmadığı
konusunda yapılan tartışmalardan sonra da bazı Müslümanlar şu hükmü
savunmaya başlamışlardır: Allah ezeli kelamıyla mütehellimdir. Kelamı
yaratılmamıştır. Kur'an, kelam-ı kadimdir.21
Yahudilerde hayızlı ve lohusa kadının kutsal şeylere dokunması ve toprağa/havraya girmesi yasaktır.
İslam tarihinde de temizlik anlayışıyla ilgili bazı yanlışlıklara rastlanmaktadır.
Yahudilerde
Tevrat okunurken başın muhakkak bir takkeyle örtülmesi şarttır. Evde
veya havrada olması fark etmez. Tevrat okunurken usulüne göre abdestli
ve temiz olmak gerekir. Okullarda başlar örtülerek Tevrat okunur, baş
açık havraya girilmez.23
Yaşayan
geleneksel İslam'da da Müslümanlar Kur'an okurken ve camide başlarını
adeta farz telakki ederek örtmekte (takke), abdestsiz hayat kitabımız
Kur'an'ı değil okumak ona el bile sürmemektedirler. Halbuki Kur'an
kendisinin okunması için Kur'an okuduğunda/okumak istediğinde kovulmuş
şeytanın şerrinden Allah'a sığın (16/98) ayeti dışında hiç bir şart
ortaya koymamıştır.
Zerdüşt/Mecusi
dininde menler (büyü], kutsal kelimelerden, virdlerden, dil, ayak,
elbise, el ve ağız temiz olarak okunan dualardan ibarettir. Bu iş özel
dini ve ruhani merasimlerden ibaret olup resmi mubed (ruhani/din adamı)
vasıtasıyla, özel bir kıraat ve ahenkle telkin edilmektedir. Bu
kelimeler içlerinde gaybi ve gizli ruh (mana) taşımaktadır. Bu kutsal
gizli, esrarlı kelimelerin tekrarı sevaptır ve değerlidir, hatta bir
anlamı olmasa bile. Bu kelimelerin okunması, anlamak için değil
etki/sevap bağışlayıcı olarak okunan bir metindir. İnsana dünya ve
ahirette layık olduğundan daha fazla mükafatlar ve/veya sevaplar
vermektedir.24